Gloria Grahame: Hollywood’un hor gördüğü…

Selin Gürel
5 min readApr 27, 2018

--

Filmlerde yüzü hiç gülmedi, stüdyolar onu nasıl kullanacağını hiç bilemedi, Hollywood’a kendini bir türlü sevdiremedi. 50’lerin kara filmlerinde çoğunlukla yardımcı rollerle sınanan Gloria Grahame’in hayatının son demlerinde yaşadığı büyük aşkı konu alan “Yıldızlar Asla Ölmez” (Film Stars Don’t Die in Liverpool) sayesinde, “filmin ikinci kadını” yıllar sonra ilk kez yeniden gündemde.

1981’deki ölümünün ardından, Gloria Grahame’in 57 yıllık hayatı, ancak bir The New York Times sayfasının altıda birini dolduracak bir yazıya konu olurken; o çok değerli satırların birkaçı “The Big Heat”te falanca aktörün yüzüne sıcak kahve savurduğu, kara film türünde femme fatale’i cezalandırma işini bir adım ileriye götürdüğünden olacak, Hollywood’un belleğine iyiden iyiye kazınmış o meşum sahneye ayrıldı. Filmlerde mütemadiyen vurulan, boğulan, şiddet gören, kazalarda hayatını kaybeden, esas kızın sevgilisini ayartan, esas kızın sevgilisini ayarttığı, kocasının kendisini aldattığından şüphelenen, ahlâken haklı konumda bile olsa seyircinin tarafını tutmayı bir an bile düşünmediği, yok, haksız konumdaysa zaten ölümüne kimselerin üzülmediği “asık yüzlü sarışın”… Çoğunlukla yardımcı rollere mahkûm edilmiş, başrollere doğru her meylettiğinde ya gişede hayal kırıklığı yaratan ya da başarısı bir başkasının performansına mâl edilen Gloria Grahame… Kimseyi intihara sürüklemediği ve kendi de intihar etmediği halde, öldükten sonra hakkında yazılan biyografi kitabının adı, sözde bir laf oyununun eseri olarak “Suicide Blonde” olan, filmin ikinci kadını. Kimselerin istemediği rollere tâlip olduğu için, kendi deyimiyle, “yedek oyuncu”. Kısaca, “öteki kadın”.

Bugün Hollywood’da taş üstünde taş bırakmayan “Time’s Up” hareketini görebilseydi, dönemin meşhur stüdyo patronlarından Howard Hughes’un limuzinine yalnız başına binmeyi reddetti diye elinden alınan “Born Yesterday” projesini anlatırdı belki. Daha sonra Judy Holliday’in bu filmdeki rolüyle Oscar aldığını, filmdeki karakterin Grahame’in karakterlerine hiç nasip olmayan bir özgürlüğün tadını çıkardığını ve mutlu bir sonla ödüllendirildiğini hatırlatmazdı, ama biz bilirdik. Ya da ikinci kocası, yönetmen Nicholas Ray’le ilişkisi tam da bitiş çizgisine yaklaşırken, Ray’in yönettiği “In a Lonely Place”te Humphrey Bogart’la başrolleri paylaşabilmek için, sette kocasına mutlak itaatini hükmeden -bir çeşit- kölelik anlaşmasını imzalamak zorunda bırakıldığından bahsederdi. Daha sonra Ray’in 13 yaşındaki oğlu Tony ile yatakta yakalandığını ve Tony reşit olunca onunla evlenip 14 yıl evli kaldığını hatırlatmazdı, ama biz bilirdik. Hatırlatmaya gerek yok: Hollywood, Gloria Grahame’i hiç sevmedi. Tıpkı filmlerde ona kötü davranan erkeklerin onu hiç sevmediği gibi. Grahame de Hollywood’un suyuna gitmedi. Diğer yandan, bundan 20 yıl önce benzer bir skandala imza atmış Woody Allen’dan bugüne kadar hesap sormayan hayaller şehri, Grahame’in biletini kesmekte hiç gecikmedi.

Grahame’in sorunlu evlilikleri, setlerde hakkında çıkarılan “çekilmez biri” olduğu dedikoduları şöyle dursun, dış görünüşüyle ilgili yaşadığı memnuniyetsizlik de magazin basınına uzun süre malzeme oldu. Üst üste geçirdiği estetik ameliyatlar, özellikle fazla ince bulduğu üst dudağını bir türlü istediği şekle sokamaması, bugünün botokslular diyarında haber değeri bile taşımazken, 50’ler Hollywood’unda alay konusu olmasına neden oldu. Vincente Minnelli’nin yönettiği “The Bad and the Beautiful”da dokuz dakikalık ekran süresiyle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar aldığında bile, sahneye doğru yürürken üzerinden atamadığı tedirginlik, ertesi günün gazetelerine “muhtemelen sarhoş” olduğu iddiasıyla yansımış; “Çok teşekkür ederim”den ibaret ödül konuşması bu iddianın doğru olabileceğine herkesi inandırmıştı. Bir de, özellikle stüdyo sisteminde neredeyse emir statüsünde olan Oscar sonrası röportajları reddetmesin mi! İşin aslı, Grahame sarhoş falan değildi. Sadece her zamanki talihsizliği iş başındaydı. O yıl, Akademi Ödülleri televizyonda ilk kez yayınlanacaktı. O güne kadar radyodan dinlenen törenin milyonlarca insanın evine ulaşması, salona haddinden fazla bir gerginlik bulaştırmıştı. Kamera ışıkları insanın gözünü kör edecek kadar parlaktı. Ve Grahame gecenin ilk kazananlarından biriydi. Dış görünüşüyle ilgili yaşadığı özgüven sorunları doruk noktasındayken, milyonlarca insanın izlediği ilk Oscar töreninde ödül alacağı tutmuştu! Sahneye doğru tedirgin bir şekilde yürümüş, çok mu?

Frank Capra, Edward Dmytryk, Nicholas Ray, Cecil B. DeMille, Vincente Minnelli, Elia Kazan, Fritz Lang gibi meşhur yönetmenlerle çalıştı; James Stewart, Joan Crawford, Robert Mitchum gibi oyuncularla karşılıklı oynadı. Ama işin doğrusu, stüdyo dönemini hatmetmediyseniz muhtemelen adını hatırlamazsınız. Grahame’i, ölümünden yaklaşık 40 yıl sonra gündeme getiren “Yıldızlar Asla Ölmez” (Film Stars Don’t Die in Liverpool), Hollywood’dan aforoz edilip tiyatroya sığındığı hayatının son yıllarına odaklanıyor. Filmi izlemeden önce Grahame’in kim olduğunu bilmiyorsanız, Annette Bening’in suretindeki Grahame’i, 20’lerindeki Peter Turner’a âşık olan kırgın ama güçlü, 50’lerinde bir “genç kadın” olarak tanıyacaksınız. Peter’ın anne ve babasının onun büyük hayranları olduklarına bakılırsa, zamanında çok sevilen ama 70’lerin sonunda sadece anne ve babaların hatırlayabileceği, sönmüş bir film yıldızı. Aralarındaki yaş farkını zerrece umursamadan, Peter ile Gloria’nın birbirine körkütük âşık olabileceğine pekâlâ inandıran, bu aşk için göz yaşı döktüren, gönül teli titreten, hazin bir aşk filmi izlediğiniz… Üstelik gerçek. Sihrini de buradan alıyor. Film, onu tanıma şansına erişmiş, onunla mutlu olmuş, onu mutlu etmiş ve son günlerinde yanı başında durmuş Peter Turner’ın, Grahame’i kaybettikten birkaç yıl sonra, anıları henüz tazeyken yazdığı, ancak bugüne kadar beyazperdeye uyarlanmamış aynı adlı kitabına dayanıyor. Senaryoda, Grahame’in başından geçen dört evliliğe, doğurduğu dört çocuğa, manşetlerden inmeyen skandallara ve takıntılarına yer yok. Gloria’nın annesi ve ablasıyla tanıştığı Malibu ziyareti sırasında, Peter’ın karşısına dökülen tatsız gerçeklerin de, hikâyenin gidişatı ya da seyircinin aktrisi algılama şekli üzerinde çok büyük etkileri olmuyor doğrusu. Peter’ın tek isteği, onu âşık bir genç adamın gözünden tanımanız.

Bugün 66 yaşındaki Peter Turner, “sanki Gloria bunu hak etmiyormuş gibi” uzun yıllardır elden ele dolaşan, bir türlü çekim aşamasına gelemeyen bu filmi nihayet perdede izleyebilmenin iç huzurunu yaşadığını her fırsatta tekrarlıyor. Biliyor ki, Grahame’in hayat öyküsünü anlatan standart bir Hollywood filminin, onun hakkını teslim etmesi imkânsız. “Yıldızlar Asla Ölmez” o film değil. Bunca yıldır çekilememesinin sebebi de bu. Bırakın Grahame’in hayatının son yıllarında Liverpool’un işçi sınıfından genç bir oyuncu adayıyla yaşadığı aşkın hikâyesini anlatmayı, basitçe orta yaş üstü bir kadınla genç bir adamın ilişkisi bile sinemanın ilgi alanının epey dışında kalmıyor mu? Bu yüzden her türlü ön yargıdan âzâde olan “Yıldızlar Asla Ölmez”i izlerken, unutmaya teşvik edildiğimiz bir aktrisi ısrarla hatırlamanın kıymeti bir yana, aşkın kalıplarının kırılmasına tanık olmak bile yeterince tatmin edici.

20 yıldır Gloria Grahame’in son aşk hikâyesiyle içli dışlı olan, ama doğru yaşta olmadığı için bir köşede bekleyen Annette Bening, daha önce başka oyuncuların elinden geçmiş ama gerçek sahibini bulamamış bu rolün hakkını verdiğine, en çok da Peter Turner ve Grahame’in oğullarından birinin onayından geçince ikna olmuş. Grahame’in hayatı boyunca basına karşı koruduğu mahremiyete saygı duyan Bening, ona merak ettiği her şeyi sorduğu bir sohbet hayal etse de, oğluna annesiyle ilgili soru sormamış. Ama hakkında bilinmeyen onca şeyin ağırlığına rağmen, Grahame’i her şeyin farkında olanlara özgü bir güvenle oynamış. Grahame kendini, ona fiziksel olarak da benzeyen Annette Bening’in suretinde izleseydi, perdedeki kadını beğenir miydi acaba? Bize öyle geliyor ki, kendini başka bir kadında izlemek özgürleştirirdi onu. Belki de ihtiyacı olan şey buydu.

(Arka Pencere, Nisan 2018)

--

--