Eleştiri: Zama

Selin Gürel
4 min readJul 6, 2018

--

Lucrecia Martel filmlerinden kan ter içinde uyanabilseydik, gözümüzü açınca derin bir oh çekerdik içimizden: “Oh be, rüyaymış!” Hani içindeyken rüya olduğunu fark ettiğiniz, ama yine de çıkışsızlığı karşısında paniğe kapılmaktan kendinizi alamadığınız, uyanınca da yarısından çoğunu hatırlamadığınız bir fiske huzursuzluğu başınızdan savmış gibi bir rahatlama.

Her an yağmur boşanacakmış gibi kontrolsüzce ısınan, o asap bozucu, boğucu, yarı karanlık havanın filmini çeker Martel. Hatta, kanımca gelmiş geçmiş en iyi ilk filmlerden biri olan “La Ciénaga / Bataklık”, tastamam o havanın filmidir. Üstelik bu ağırlığın altına girmek için, diyaloglara bile ihtiyaç yoktur. Tek gereken, sestir. İçki kadehindeki buzun bardağa çarptığında çıkardığı ses, havuz kenarında güneşin konumuna göre oradan oraya sürüklenen şezlongların sesi, uzaklardaki ağustos böceklerinin, uçuşan sineklerin sesi; miskinliğin, amaçsızlığın, mahmurluğun, konforun ama aynı zamanda çıkışsızlığın, sıkıntının, inatçı bir sürekliliğin sesi. Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen bir yazın ortasında, şatafatı bile köhnemiş, nemli bir cehennem tablosu. Farklı dönemlerde, farklı tekniklerle çekilmiş olsalar da, Martel’in son filmi “Zama”yı anlatırken de benzer cümleler kuracağız. Hikâyeleri arasında 300 yıl olsa da, iki film arasındaki akrabalık neredeyse elle tutulur halde.

1700’lerde Tanrı’nın bile unuttuğu bir kolonide, “medeniyet”e tayinini talep eden kraliyet memuru Don Diego de Zama’nın çileli bekleyişinin orta yerine düşüyoruz ansızın. Zama, saçını kaşındıran koca şapkası, buram buram terleten peruğu, etrafta yarı çıplak gezen yerlilere muhakkak talihli hissettiren kalın üniforması ve sanki herkesin bildiğini bir tek o bilmiyormuş gibi bakan küskün gözleriyle, ait olmadığı bir yere saplanıp kalmanın trajedisini yaşıyor. Filmin başında, heybetli bir yalnızlığı sahiplenmiş gibi dururken, çok geçmeden umutsuz bir terk edilmişlik ve unutulmuşlukla cebelleştiğini fark ediyoruz. Onu sevmek zor, ama ona acımak için çok zamanımız olacak.

Yönetmen, önceki filmlerinde hararetle eleştirdiği Arjantin toplumunun kibrinin, özüne yabancılığının ve ayrıştırıcı doğasının sağlamasını Zama üzerinden de yapmayı ihmal etmiyor. Başka bir filmde türlü işkencelere maruz kalmaktan başka ayırt edici özellikleri olmayacak yerlileri, “Zama”da o toprakların gerçek sahipleri olarak konumlandırıyor. Etraftaki yabancılardan yaka silken, mecburen onların isteklerine boyun eğen, ama her an isyan etme potansiyeli taşıyan, tekinsiz bir kalabalık… Bu kalabalığın, havada uçuşan alaycı fısıltıların, ayak sesleri duyunca kaçışan çocukların, etrafta amaçsızca gezinen hayvanların, kıpırdamayan yaprakların, loş odaların, basık tavanların ve bir türlü gelmeyen kış mevsiminin karşısında, Martel’in absürt kaderini beraberinde gezdiren kahramanı Don Diego de Zama… Martel, Zama’nın yüzündeki ricacı tebessümü silerken, seyirci de kareye giren bir lamanın boş bakışları ve yüksek bir yerden düşüyormuş gibi hissettiren müziğin etkisiyle ironinin belki de en sert yüzüyle tanışıyor. Hayal kırıklığının müziği bu. Her şey bir yana, Zama’nın hayal kırıklığını türlü şekillerde defalarca görselleştirmeyi başarmak, az şey değil.

Martel’in, ilk dönem filmi, ilk edebiyat uyarlaması ve ilk dijital filminde, ne dönem filmlerinin ağırlığından, ne edebiyat uyarlamalarının yaratıcılıktan yoksun koşulsuz sadakatinden ne de dijital sinemanın kimi zaman göz yakan çiğliğinden iz var. Tam tersine, “Zama” enerjik bir kameraya, yaratıcı bir atmosfer inşasına ve basitçe geçmişte değil de alternatif bir geçmişte, belki de bir bilimkurgu âleminde geçiyormuş gibi hissettiren, türüne yabancı bir görsel dile alan açıyor. Başka bir yönetmenin elinde dış sesin yardımıyla kotarılacak bir dolu sahneyi, mırıltılar, fısıltılar ve başka konuşmaların altında kalıp duyulmaz olan cümlelerle dolduran yönetmenin bu tercihi, karakterinin halüsinatif cehennemine birebir katkıda bulunuyor. Martel’in, ilklerin büyüsüne kapılmadan, “Bataklık”ta başlattığı tümdengelimci sinema anlayışını birkaç adım ileriye taşımasına hayran olmamak elde değil. Sayısız kesme, sayfalarca diyalog ve irili ufaklı birçok karakter barındırsa da, parça parça değil, dağınık bir bütün olarak algılanan “Zama”, insanı, yazının başında sözü geçen kötü rüyanın kollarına iter cinsten. Tıpkı bir rüya gibi kesintisiz, tekinsiz, zamansız, çok parçalı. Kocaman, yekpâre bir kabus.

Haliyle, “Zama”yı izlemek kolay değil. Yukarıda anlatılan bütünü, detaylara ayırdıkça her şeyin daha da içinden çıkılmaz bir yola girdiğini görür gibi oluyorsunuz. İzlediğiniz film dışında, arka planda sadece detayların ayakta tuttuğu bir başka film daha oynuyor sanki. Bir sahneyi, izlemeniz gereken şey tam merkezde dururken, köşede ağır ağır salınan bir başka şeyi seyre dalarak yolculandırmanız mümkün. Martel, asla gelmeyecek olanı bekleyen talihsiz karakterini bu lanetin emâreleriyle çevrelemiş durumda. Zama’nın gündelik hayatına dokunan ve çoğu zaman şöyle bir görünüp kaybolan onlarca karakter, bazen fısıltıyla bazen onun bilmediği bir dilde bazen de sadece bakışlarıyla, ağır ağır varlık kazanan felaketini defalarca ortalığa saçıyor, ama Zama, konumunun verdiği kibirle bu emâreleri görmeyi reddediyor. Özellikle umudunu sırtında taşır haldeyken, kimliğine olan inancı tamken, sanki her an bir gemi gelecekmiş de onu uzaklara götürecekmiş, sanki her ulak hayırlı bir haber getirecekmiş gibiyken… Umudunun sırtından inip yavaş yavaş küçülmesine ve sonunda parmağının ucundaki bir toz zerresine dönüşmesiyle, kimlik de konum da çile de bekleyiş de anlamını yitiriyor. Ve Zama, kendi celladı bile olsa, yok yere umutlanan ikinci bir kurbana, aslında yok yere umutlanan sinemanın bütün kurbanlarına, “Umut”un Cabbar’ına mesela, “Bana kimsenin yapmadığını yapıyorum sana” diyor. “Umutlarına hayır diyorum.” Bir de sesini duyurabilseydi, düşünebiliyor musunuz, kim bilir kimlerin kurtuluşu olurdu?

(Milliyet Sanat, Temmuz 2018)

--

--